23 Kasım 2012 Cuma

ÖLDÜRÜLEN GAZETECİLER VE CEZASIZLIK 20 Gazeteci 20 Hikaye bianet'in Öldürülen Gazeteciler ve Cezasızlık yazı dizisi başladı; 20 gün boyunca aileleri, arkadaşları ve avukatları öldürülen gazetecilerin hikayelerini anlatıyor. Habere giderken tedirgindiler. Kaçırılabilir, kaybedilebilir veya öldürülebilirlerdi. Tehdit edildiler. "Kaleminiz kırılacak" yazan notlar aldılar, gözaltında kendilerine "Bırak o işi" denildi. Bırakmadılar. Öldürüldüler. Sonrasında aileleri, cenazeleri, kimi zaman mezar taşları bile rahat bırakılmadı. Çoğunun soruşturması "faili meçhul" kaldı. Tetiği çekenlerin yargılandığı ender durumlarda ise deliller karartıldı, emri verenler bulunamadı. bianet'in Öldürülen Gazeteciler ve Cezasızlık yazı dizisi tam da bunları anlatıyor. Neden "Öldürülen Gazeteciler ve Cezasızlık?" 2009'da Filipinler'de yaşanan gazeteci katliamının ardından Gazetecileri Koruma Komitesi (CPJ) 23 Kasım'ı "Dünya Cezasızlıkla Mücadele Günü" ilan etti. bianet'in de üyesi olduğu "Uluslararası İfade Özgürlüğü Değişimi: İfade Özgürlüğü için Küresel Ağ" (IFEX) geçtiğimiz yıldan beri ifade ve basın özgürlüğü alanında işlenen suçlara karşı Cezasızlıkla Mücadele Kampanyası yürütüyor. Cezasızlık olgusuyla iç içe yaşadığımız Türkiye'de, biz de bianet olarak bu mücadeleye katkı sunmak ve öldürülen gazetecileri unutturmamak ve yeniden yargı yolunun açılarak faillerin bulunması için "Öldürülen Gazeteciler ve Cezasızlık" yazı dizisini hazırladık. İsimleri belirlemek kolay değildi Eylül'de başladığımız projede ilk durağımız meslek örgütlerinin "Öldürülen Gazeteciler" listeleriydi. Türkiye Gazeteciler Cemiyeti'nin (TGC) 64 ve Çağdaş Gazeteciler Derneği'nin (ÇGD) 76 kişilik "Öldürülen Gazeteciler" listelerini inceledik. 1990-2007 döneminde öldürülen 29 gazeteciden oluşan bir liste hazırladık. Çalışma boyunca yedi gazeteciyle (Ruhi Can Tul, Mehmet Topaloğlu, Mecit Akgün, İsmail Ağaya, Muzaffer Akkuş, Yaşar Aktay ve Yahya Orhan) ilgili bilgilere ve yakınlarına henüz ulaşamadık, üç gazetecinin (Kamil Koşapınar, Ercan Gürel ve Rıza Güneşer) ölüm nedenlerinin gazetecilik faaliyetiyle olduğunu belirleyemedik. Görüşmeler sürerken sadece eksilenler değil, çalışmaya yeni eklenen de oldu. Meslek örgütlerinin listesinde adı geçmeyen gazeteci Yaşar Parlak'ın 2004'te öldürüldüğünü öğrendik. 20 isim, 40 tanık, saatler süren görüşmeler Böylece 20 isim belirledik. Yakınlarına, varsa avukatlarına ulaştık, yaklaşık 40 kişiyle saatler süren görüşmeler yaptık. Cezasızlık olgusu üzerine çalışan veya döneme tanıklık etmiş gazeteci, avukat, hak savunucularından yazılar istedik. Çalışmanın en zor tarafı, öldürülen gazetecilerin ailelerine, arkadaşlarına ulaşmak ve yakınlarını kaybetmiş bu insanlara o günleri yeniden anlattırmaktı. Bir diğer zorluk ise, cinayetlerin hukuki akıbetleriyle ilgiliydi. Soruşturma dosyaları uzun süre önce rafa kaldırılmıştı, çoğunda soruşturmaları baştan beri takip eden bir avukat bile yoktu. Eninde sonunda cezasızlık O dönemde öldürülen gazetecilerle ilgili dosyaların dokuzunun doğrudan "faili meçhul" olarak değerlendirildiğini ve zamanaşımı riskiyle karşı karşıya olduğunu öğrendik. Altı gazeteci cinayetinde faillerin adı "Hizbullah" ile bağlantılı olarak geçiyordu. Bu isimlerin bir kısmı doğrudan gazeteci cinayetlerinden değil, "örgüt üyesi olmak"tan yargılandı. Bir kısmı cezalandırıldı, bir kısmının öldürüldüğü iddia edildi. Özellikle Hizbullah Ana Davası'nda adı geçen faillerden bazıları 1 Ocak 2011'de yürürlüğe giren Ceza Muhakemeleri Kanunu (CMK) kapsamında, tedbir şartıyla 3 Ocak 2011'de tahliye oldu. Yargıtay 9. Ceza Dairesi, 11 gün sonra sanıkların tekrar tutuklanmasına karar verdiyse de sanıklar çoktan kayıplara karışmıştı. Bazı davalarda ise failler yakalandı ama cezasızlık tartışması bitmedi. Musa Anter cinayetindeki tetikçi zanlısı tutuklandı, henüz duruşmaya çıkarılmadı. Uğur Mumcu, Metin Göktepe ve Hrant Dink cinayetlerinde faillerin bir kısmı yargılandı, cezalandırıldı. Fakat dört cinayette de emri verenler, zanlıları suça bulaştıranlar, kısaca olayın arkasındaki isimler cezasız kaldı. İstiyoruz ki... Bu çalışma son 20 yılda işlenen "faili meçhul" gazeteci cinayetlerini "cezasızlık olgusu"ndan yola çıkarak gündeme getirmeyi, görünür ve tartışılır kılmayı, yeniden yargılama imkânlarını ortaya koymayı amaçlıyor. İstedik ki öldürülen gazetecilerin dosyaları raflarda kalmasın, cezasızlık yeni cinayetleri teşvik etmesin, gazeteciler öldürülmesin. Daha fazla uzatmak yerine sözü gazetecilerin hikâyelerine bırakalım. Teşekkürler ''Öldürülen Gazeteciler ve Cezasızlık'' dosyası kolektif bir çalışmayla hazırlanabildi. Öldürülen gazetecilerin ailelerine, varsa avukatlarına ulaşmamızda başta Özgür Gündem gazetesindeki ve Dicle Haber Ajansı'ndaki (DİHA) arkadaşlarımız olmak üzere gazeteci örgütleri, avukatlar, döneme tanıklık eden gazeteciler, insan hakları savunucuları ve İnsan Hakları Derneği merkez ve şubeleri çalışanlarına yardımları ve Friedrich Ebert Stiftung Derneği Türkiye Temsilciliği'ne destekleri için teşekkür ederiz. bianet'te de stajyer arkadaşlarımız dahil gündelik haber koşuşturması içinde, bantların çözülmesinden fotoğrafların teminine ve telefon numaralarının bulunmasına kadar hep birlikte koşuşturduk.

19 Ocak 2012 Perşembe

İşli güçlü yorgun

Fark ettim ki aylar olmuş ben buraya yazmayalı. Normal tabii, artık işli güçlüyüm. Şizofrenik bir dönüşüm geçirdim. Artık hem Türkiye'deki tutuklu gazetecileri sayıyorum, hem THY'ye işler yapıyorum hem de ayda bir anne-çocuk röportajlarım var.

Nasıl güzel oluyor, sermayenin kucağından hooop Türk Ceza Kanunu, oradan hooop ünlü annelerle röportajlar.

Çoklu kişilik sendromu gibi bir şey olacak diye ödüm kopuyor. Şükür ki şuursuzum. Arada dert yanıyorum o kadar.

Bu arada türlü obsesyonlar geliştirdim kendime. Mesela cezaevinde olduğunu öğrendiğimiz ama bir türlü ulaşamadığımız, hakkında bilgi alamadığımız isimlerle ilgili didiniyorum. Artık epey kalabalık olan rehberimden her gün bazı isimleri rahatsız ediyorum. Bir türlü o insanlar hakkında bilgiye ulaşamadığımızı kabul edemiyorum.

Rüyalarım da esir alındı. Gece boyunca listeler yapıyorum. Tutuklu gazeteci listeleri. O isimleri sayıklıyorum.

Sonra arada THY'ye gidiyorum. Orada büyük insanlar büyük laflar ederken kafa sallayarak onları dinliyorum.

En büyük korkum bir gün yanlış insanlara yanlış soruları sormak veya yanlış haberleri yollamak.

Ama olmaz sanırım. zaten onu yaptığım gün, kafama huniyi koyduğum gündür.

Tabii arada bu kadar uçurum olunca tahammülüm azalıyor. Dilim şişiyor. Çok kızıyorum. Ama geçer.

Ne iki satır istediğim gibi rahat kafayla kitap okuyabiliyorum, ne keyifle film izleyebiliyorum. Tezi zaten yazmıyorum da, artık merak bile etmiyorum ailenin dönüşümünü. 5-6 kaynak okudum ya tamamdır. Artık bana yazmışım gibi geliyor.

Sadece tutuklu gazetecileri merak ediyorum. İfade özgürlüğü hakkında kocaman raporda bir tek onlara kafa yoruyorum, onlara üzülüyorum. Bulamadığım her isim elime dolanıyor. Bulduğum her isim içimi güzelleştiriyor. Sanki ben bulmazsam onları kimse bulamayacakmış gibi. Daha kötüsü bunun gerçek olma ihtimali. Bunun makarasını bile yaptık Emel Gülcan bir tane diye. Ama bu ülkede birileri tutuklanıp unutulabiliyor.

Gerisi küçük insani çabalar.

İşsiz güçsüz zamanlarımı özledim.

26 Ekim 2011 Çarşamba

Ölçme-Değerlendirme

Saat 14.05, hep 13. 50’den daha erken gelir bana. Daha önce punduna getirip lafını açtığımda, şaşırdığım kadar çok sayıda insanın benzer şekilde düşündüğünü fark etmiştim. 13.50’yi görünce paniklerim de, 14.05 niyeyse içime su serper. Bu algı şaşırmasının benzeri yaş ve yıl muhabbetlerinde de olur. Mesela 29 hep 32’den, 2003, 2006’dan büyüktür.

100 metre, çocukluğumdan beri bir şey ifade etmez. Saymayı öğrendiğimden itibaren bir solukta 100’e kadar sayabilmeme rağmen, henüz 100 metre gidip sağa dönebilmiş değilim. Çok korktuğum zamanlarda, genellikle uçakta havada bilmem kaç bin metre yüksekteyken, içimden hızlıca 100’e kadar sayabiliyorum. Ama hala o bilmem kaç bin metreyi bana söyleyen kaptan pilotu affetmeyi öğrenemedim.

Tam zamanı. Bir de mevsimine göre giyinmek meselesi var. Ne annem yapabildi bunu, ne de ben öğrenebildim. Annem ben çocukken mevsim değişikliklerini o kadar anlamazdı ki, başka insanların hırka üstüne mont giyip dolaştığı ılık kış günlerinde, boğazıma sıkı sıkı atkı takardı. O yünlerin tadı hala ağzımda. Ben de aklım ermeye başlayıp yün yumaklarına itiraz edince, her yolu denedim anlayabilmek için hava durumunu. Çok kalın, çok ince, kat kat, pamuklu, yünlü giyindim. Henüz mevsim değişikliğini kavramış değilim. “meteor.gov”a dakikalarca bakıp, hepsi birbirine benzeyen kıyafetlerim arasından kendimce en uygunlarını seçtiğim geçiş dönemlerinde, hala başarıya ulaşamadım. O yüzden yanı başımda boncuk boncuk terlemeden veya içi titremeden oturabilenlere hep imrenirim.

Yemek yaparken ‘göz kararı’, büyük bir sınav mesela. Hamur işlerine göz kararı un koyabilenler, bence kendi terazisini bulmuş insanlar. O insanlara akıl danışılır, o insanlardan yol yordam öğrenilir, o insanlara güvenilir. Çünkü hayatım rayından çıksa, sanki o insanlar göz kararıyla bunu anlar ve teklifsizce kucak açarlar. Bir de “bir taşımlık su” vardır. O suyun ölçüsünü ayarlayabilenler de, ilk sınıftaki kümenin daha titiz alt kümesi gibidir sanki.

Vuruş ve kelime hesabı vardır bir de. Yazı yazmayanların pek işine yaramaz. Ama tuşları tıkırdatmak zorunda olanlar bilirler. Çok araştırırsam, çok uzar. Bir türlü kıyamam, önemliyle önemsizi ayıramam, her şeyi bir anda söyleyesim gelir. Baştan sevmezsem de, edatlara bağlaçlara, laf dolaştırmalara rağmen bir türlü uzamaz o yazı kendiliğinden.

Oyunu bitirme, eve dönme, akşam yemeği için masaya oturma vakti vardır ‘hava kararınca’. Hiç sevmem, hep yalnız kalırım. Sokak lambaları yanar, görev gibi eninde sonunda eve dönülür, yemeğe oturulur. Beden masada, akıl sokaktaki oyundadır. Bunun gece hali ‘vakitlice’dir. Pek iticidir. Bardaklar dolar, bardaklar boşalır, ağızlar tatlanır, keyifler çakırlaşır. İlle birileri vakitlice kalkar. Evli evine, köylü köyüne olur. Vakitlice uyunur.

14 Eylül 2011 Çarşamba

İşim gücüm budur benim

Aylardır yaymaktan sıkılmışken şimdi de değişik bir topa giriyorum. Aynı anda THY'nin kurum dergisine ayda 10 röportaj yapıp, Bianet'e haftada üç gün gidip, All For Kids için rutin anne-çocuk röportajı yapıp bir de 10 Temmuz 2012'ye kadar henüz başlamadığım tezimi bitireceğim. Ben bu kadar marifetli miyim? Hayır! Gözümü hırs mı bürüdü? Evet!
İşim gücüm yok derken ne hallere düştüm. Demek insanlar benim gibiler yüzünden iş bulamıyor. Ucuz emekçiyim, sigorta yok, yol-yemek yok ama yine de çalışırım. Nasılsa işe gitme derdim yok, tam bir mesaim yok. Belki de arı gibi telifli çalışarak çok yakında medya imparatoriçesi olurum...

24 Ağustos 2011 Çarşamba

8 bilemedin 9!

Galiba Palamutbükü'ne aşık oldum. Badem sevmediğim halde, 40 yaşımda elimde çekiçle bütün gün orada badem kırdığımı hayal ediyorum. Parmak arası terliğe eskiden ideolojik olarak karşı olduğum halde ayağımda 9 gün sürüdüm. Normalde serin sularda vızlanan ben, girince alışmak ne demekmiş öğrendim. (Girince alışıyorsun değil mi Nilgüncüğüm?)

Palamutbükü çok acayip bir yer. Ahalisi pek değişik. Paragözler mi, parayı hiç mi sallamıyorlar anlayamıyorsun. Hesap istiyoruz, getirdikleri kutudan 200 lira çıkıyor, gülerek geri alırken "Canın sağ olsun" diyorlar. Fiyat-kalite uygunluğu diye bir mantık yok. Bazı mezeler çok pahalı, bazıları çok ucuz. İndirim yapmıyorlar ama kart geçmiyorsa "Boş ver ödersin bir şekilde, hesap numarası veririz havale yaparsın" diyorlar. Genel bir boş vermişlik hali var oralarda. Herkesin kafası güzel. Bağlam olmadan gevezelik edebiliyorsun sadece. Muhabbet etmiyorlar, hatta söylediklerini de umursamıyorlar. Ben başta beni sallamıyorlar diye düşünüyordum. Tekne gezisinde tanıştığımız İstanbullularla konuştuk da içim rahatladı, genel bir tavırmış. Sabah tekneye yetişecek arkadaşlar pansiyonda garsona saati sormuş. Adam 8 demiş. Kızlar da "Yok ya 8 olur mu? Biz zaten 8'de uyandık" deyince, adam "İyi o zaman 9" demiş, sonra da arkasını dönüp gitmiş. Bir de ilk geldiklerinde "Denize nereden gireceğiz?" demişler. Hani pansiyonların şezlongları ayrıdır, oturtmazlar hesabına. Pansiyon sahibi denizi işaret edip "Nereden girerseniz girin, deniz işte orada" demiş. Benim favorim, ilk gün kaldığımız yerde kapıdan içeri benimle giren böceği, odaya sinek ilacı sıkarak öldüreceğini düşünen amcaydı. Çok iyi niyetliydi ama dayanamadım, ertesi gün yer değiştirdik. Tabii arkamdan kesin ne sosyeteliğim kaldı, ne çok bilmiş şehirliliğim eminim.

Neyse sonuç olarak, benim daha önce gittiğim yazlık mekanlardan biraz farklı. Ama bu haller bulaşıcı galiba. Başta kaba olduklarını düşünüyordum, sonra onlara benzemeye başladım. Elimde çekiç badem kırma hayallerine daldım.




2 Ağustos 2011 Salı

Ya patlarsam!

Aynı anda her şeyin ters gitmesine bayılıyorum. Mesela aynı gün hem sifonumuz bozuluyor hem bacağıma makas saplıyorum. İki gün sonra bacağım bandajlı dolaşırken, akşam haberleri izlemek için elim kumandaya gidiyor. Aaa Dijitürk kartımı ters takmışmışım. Hayır takmamışım, hayır takmışım. Olabilecek kombinasyonları deneyip yeniden takıyorum. Dakikalarca inatlaşıyoruz kartla. Sonuçta ben haberleri izlemekten cayıp kendimi menemen yapmak için domateslerime adıyorum. Aynı dakikalarda evde suyun bittiğini anlıyorum. Dolaptaki magnet gözüme takılıyor. Suyu değiştirmeye karar veriyorum. Bu yetişkin insanlar için çok basit bir iş olmalı. Telefon açıyorum dakikalarca hatta bekliyorum adres bilgilerimi ve siparişimi veriyorum. Sonra bir saat sonra sakince tekrar arıyorum. Değerli müşteri temsilcimle konuşuyorum. Onun ikna edici ses tonu bana diyor ki: "Hemen en yakındaki servisimizi yönlendiriyoruz." Bekliyorum, bekliyorum, bekliyorum. Bir saat daha sonra bir amca arıyor beni. "Kızım ... Caddesi nerede diyor?" Yanlış adres! O amca bizim eve su getirmiyor. Suyumu değiştirmekten bile acizim. Sonra ayın ikisi geliyor mesela, kirayı yatıralım, zırt pırt ödenecek diyoruz. Zaten üç kuruşluk telifle yaptığım derginin başındaki kişiyle kibar kibar mailleşiyoruz. Hep bir bugün olmaz belki yarın tavrının hastasıyım. Gürcan bu sırada her yere para yetiştiriyor, ben kendi payıma sıcaklardan bunalıyorum ve dır dır ediyorum. Galiba bu aralar her şeye, kendim dahil patlayacak, çatlayacak gözüyle bakıyorum.

18 Temmuz 2011 Pazartesi

Huzur


Burada sadece cırcır böcekleri didiniyor. Geri kalan herkes rehavetin göbeğinde gibi. Nasıl olmasın? Dalyan'da her yer su ve sazlık. Aklıma ara ara İlhan İrem'in sazlıklardan havalanan... diye başlayan şarkısı geliyor ama hemen kovuyorum. Dalyan'da denize çıkan, labirente benzeyen yeşil yollar var, kral mezarları var, pansiyonun bahçesinde tembel tavşan var, Kaunos Antik Kenti, Köyceğiz Gölü ve çam kokan koylar var.

İzmir'de tahminimden fazla kalınca, soğuk biralı, güzel arkadaşlı gecelere rağmen bana ateş bastı. Delirmeme çok az kala, kurtarılıp buraya getirildim. Sıcaktan şişmiş parmaklarım inceldi önce, sonra çattığım kaşlarım gevşedi. Geç gelen tatili bir gün daha uzatınca keyfim iyice düzeldi.

İlk gün plajda Gürcan'ın küçük hayal kırıklıklarını ve söylenmelerini

bertaraf etmeye çalıştım. 6 kilometrelik plajı, sığ, dalgalı ve kum olduğu için sevmedi. Ne maymunluk ettimse yemedi. Bir de isim taktı Kerbela diye. Sonraki iki gün teknelerde o koy senin bu koy benim gezdik de ben de İztuzu'nun avukatlığından kurtuldum. İzmir'deyken sürekli "Dalyan Deltası, kafam biraz karışıktır oldum olasıııı" diye bağıra çağıra şarkı söyleyince, burası benimmiş gibi bir intiba oldu tabii.

Şimdi dördüncü günümüzde pelte gibiyim hazdan. Kurduğumuz sofralar, içtiğimiz içkiler, gördüğümüz balıklar, kaplumbağalar filan ilaç gibi geldi. Geçen yılki Bozburun, bu yılki Dalyan yolculuklarından sonra Ortaçgil'e teşekkürü borç bilirim :)